BİR YALNIZLIK NAĞMESİ
Şubat ortalarıydı. Neredeyse öğlen oluyordu uyandığında. Kalktı elini yüzünü yıkadı gönülsüzce. Acıkmıştı. Çay koymak üzereyken ekmeğin olmadığını fark etti. Hayatının içindeki onca farkındalıksızlığına sövdü. Ah ulan(!) dedi kendi kendine, bedensel ihtiyaç işte, yokluğunu unutturmuyor. Pijamalarını değiştirecek takat bulamadı kendinde. Uzun süredir üzerine sinen tembelliğe rağmen hızlıca hırkasını geçirip üzerine, anahtarını alarak çıktı evinden. Fakat birdenbire ağırlaştı adımları dışarı çıkınca. Halbuki kupkuru bir ayaz vardı dışarıda, insanı hemen eve varmaya iten çetin bir soğukluk. Salına salına gitti fırına iki ekmek aldı çıktı selamsız sabahsız. Yıllardır böyleydi aslında. Suretine yapışmış bu taş gibi ifadeyle dolanırdı. Neden bilinmez; ne selam verir ne de selam alırdı. Kimseye iyiliği siret etmemişse de kötü bir olayla da adının anıldığı duyulmamıştı. Kimseyle konuşmadığı için de hayatı hakkında kimse bir şey bilmez, sadece tahminde bulunulurdu.
Adam yalnızdı. Kimsesiz değildi belki ama yalnızdı işte.
Aksam vakti sigarası içerken balkonda sessizce söylenmedi bu sefer. Ulan dedi, ulan duysun beni insan dışıdaki her mahlukat:
'Hem kaçış hem varış yerim; hep aynı koyu yalnızlık.'
İlişmeyin oğlum, kendine hayrı olamayan bu adama. Rahat bırakın beni.
Evim zaten mezarım...